28 Şubat 2009 Cumartesi

Bütün sesler aslında beynimizde!


Duyma işlemi de aynı görme gibi gerçekleşir. Diğer bir deyişle dış dünyaya ait görüntüleri nasıl beynimizin içinde görüyorsak, sesleri de beynimizin içinde duyarız. Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi ile toplayıp orta kulağa iletir. Orta kulak ise aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır. İç kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna ve sıklığına göre elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Beyinde birkaç konaklamadan sonra mesajlar, son olarak bu sinyallerin işleme koyulup yorumlandığı duyma merkezine iletilirler. Böylece duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.

Nasıl gören gözlerimiz değilse,duyan da kulaklarımız değildir. Tüm duyma işlemi beynimizin içinde gerçekleşir; dış dünyada ise sadece ses dalgaları adını verdiğimiz fiziksel titreşimler vardır. Üstelik beynimiz nasıl ışığı geçirmiyorsa, aynı şekilde sesi de geçirmez. Kafatasımızın için karanlık ve sessizdir. Ancak biz bu sessizliğin içerisinde, dinlediğimiz müziğin sesini, çalan telefonu, yoldan geçen arabaların sesini, bir köpeğin havlamasını, düdüklü tencerenin sesini çok net bir şekilde duyarız.

26 Şubat 2009 Perşembe

Renkleri nasıl görüyoruz?

Biz doğduğumuz andan itibaren çevremizde renkli bir dünya görür, rengarenk bir ortamla muhatap oluruz. Oysa evrende tek bir renk dahi yoktur. Renkler beynimizin içinde oluşur. Nasıl mı?

Güneşten gelen ışıklar bir cisme çarptıklarında, her cisim ışığı farklı dalga boyunda yansıtır. Bu farklı dalga boylarındaki ışık (dalgalar ve fotonlar) göze ulaşır.Gözlerimizin her birinin retinasında 130 milyon kadar ışık reseptörü (dış etkileri alan sinir uçları) bulunur fakat onlardan sadece 7 milyonu bize renk görüşü verir. Bu renk reseptörleri konik görünümlerinden dolayı koni diye adlandırılırlar. Retinada, ışığın belli dalga boyuna tepki veren üç ana koni hücre grubu vardır. Bu hücre gruplarının birincisi kırmızı, ikincisi mavi, üçüncüsü ise yeşil ışığa hassastır. Gözlerimiz, kırmızıdan mora kadar sıralanan renk dizisinin yedi rengini fark edecek bir yapıdadır. Retinanın kenarlarındaki çubuk hücreler ise sadece parlaklığı (ışığın fazlalığını) ve karanlığı ayırt edecek şekildedir. Merkezdeki konik hücreler, renklerin özel dalgalarını alır.Bu üç farklı koni hücresinin farklı oranlarda uyarılmaları sonucunda milyonlarca farklı renk tonu ortaya çıkar. Ancak, ışığın koni hücrelerine ulaşması renklerin oluşması için yeterli değildir. Koni hücreleri algıladıkları bu renk bilgilerini, sahip oldukları pigmentler sayesinde elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri de elektrik sinyallerini beyindeki özel bir bölgeye iletirler. İşte hayatımız boyunca gördüğümüz rengarenk dünyamızın oluştuğu yer beyindeki bu özel bölgedir.

Yani gözlerimiz bize sadece ışığın yoğunluğu, parlaklığı hakkında bilgi verir ancak renkler hakkında hiçbirşey söylemezler.
Beynimiz, bu ışığı (farklı dalga boylarına sahip enerjiyi) yorumladığında biz bunları "renkler" olarak görürüz. Oysa ne denizler mavi, ne çimenler yeşil, ne toprak kahverengi, ne de meyveler renklidir. Onlar, sadece beynimizde öyle algıladığımız için öyledirler.

Bilinç ve beyin konusunda yazdığı kitapları ile tanınan Daniel C. Dennet, bu gerçeği şöyle özetler:Ortak kanıya göre bilim, renkleri fiziksel dünyadan kaldırmış ve yerine sadece renksiz, farklı dalga boylarındaki elektromanyetik ışınları bırakmıştır. Dennet, beyinle ilgili bir kitabında, renklerin meydana gelişi hakkında ise şunları söylemektedir:Dünyada renk yoktur; renk sadece bakanın gözünde ve beyninde oluşur. Nesneler ışığın farklı dalga boylarını yansıtırlar, ancak bu ışık dalgalarının rengi yoktur.

Renk körlüğü, renklerin beynimizde oluştuklarının önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Bu durumda birçok insan yeşil ile kırmızıyı birbirinden ayırt edemez. Bu durumda dışarıdaki nesnenin "renkli" olup olmaması önemli değildir. Çünkü biz nesneleri onlar renkli olduklarından dolayı renkli görüyor değiliz. Burada varmamız gereken sonuç şudur: Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil beynimizdedir. Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp, dışarıya ulaşamayacağımız için maddelerin ya da renklerin varlığını da bilemeyiz. Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir: Kısaca, aynı şeyler, aynı zamanda bazıları için kırmızı, bazıları için sıcak başkaları için tam tersi olabiliyorsa, bu demektir ki biz yanılsamaların etkisindeyiz ve 'şeyler' ancak bizim zihnimizde vardır.

Gören göz değildir!

İçinde bulunduğunuz odaya bir göz atın. O an gördüğünüz tüm cisimler ve renklerin sürekli başınızı çevirdiğinizde ve odak noktanızı değiştirdiğinizde nasıl değiştiğine bir bakın. Görüntüler mükemmel gibi görünse de, her bir görüntü bir ötekiyle mükemmel bir şekilde fark edilmeden kaynaşsada, her bir görüntü göz ve beynin içindeki görme aparatlarında sürekli güncelleniyor. Gördüğümüz görüntülerin kusursuz akıcılığı ve yüksek kalitesi, görme sistemimizin görüntüyü sürekli güncellemesine ve bunu yaparken aynı zamanda hareket ve renk detaylarını, görüntüler arasında herhangi bir kesinti oluşmayacak şekilde hızlı bir şekilde algılıyor. Renklerin düzeni, kesintisiz hareket algısı, saliselik zamanlama ile birlikte kalite ve kontrast, algıladığımız bu "gerçek yaşam" görüntülerinin, televizyon ya da sinema ekranında gördüklerimizden daha net ve detaylı olamasını sağlar. Görme sistemimiz, insanoğlu tarafından icat edilmiş herhangi bir teknolojik alet edevatla karşılaştırılamaz derecede verimli ve eksiksizdir. İşte gözlerimizin ve beynimizin birlikte oluşturduğu bu algı görme duyumuzdur.

Görme, gözün ve beynin birçok komponentinin bir arada çalışmasını gerektiren oldukça karmaşık bir süreci gerektirir. İlk adım olarak, bu güçlü ve etkileyici algı gözün retina tabakasına gelir. Retinanın üzerinde bulunan fotoreseptörler ışığı toplar ve topladıkları bu sinyali nöronlara aktarırlar. Bu elektriksel akımlar, göz sinirleri aracılığı ile beynin arka kısmında yer alan görme merkezine götürülür. Beyin ise bu gelen sinyali anlamlı ve üç boyutlu görüntüler haline getirir. Yani hayatımız boyunca sandığımız gibi görme işlemini gözümüz yapmaz, görüntü beynimizin içinde oluşur. Gözlerimiz ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme olayının" gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten birer kablo gibidirler.
Peki beynimizin içinde bu elektrik sinyallerini yorumlayarak anlamlandıran ve oluşan "görüntüyü gören" kimdir?

Burada çok yüzeysel olarak anlattığımız görme, gerçekte son derece olağanüstü bir işlemdir. Işık demetleri anında ve kusursuz şekilde elektrik sinyallerine dönüştürülmekte ve sonra bu elektrik sinyalleri, üç boyutlu, rengarenk, ışıl ışıl bir dünya olarak bize görünmektedir. Eye and Brain (Göz ve Beyin) kitabının yazarı R. L. Gregory bunu fark etmiş kişilerden biri olarak görme sistemindeki muhteşem yapıyı şöyle ifade eder:Gözlerimize minik tepetaklak olmuş görüntüler veriliyor ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.

Tüm bu bilimsel gerçekler, bizi çok farklı bir noktaya götürür. Buna göre biz tüm dünyamızı beynimizin içinde görürürüz. Her ne kadar tüm gördüklerimiz bedenimizin dışında bulunan varlıklar gibi görünsede, aslında gittiğimiz ilkokulda, çalıştığımız işyeride, en mutlu olduğumuz yerde, arabamız ve evimizde beynimizin içindedir. Yani biz beynimizin içinde küçücük bir odada yaşarız.

Bunu daha net anlayabilmek için yapabileceğimiz ufak bir deney var: Sabit bir noktaya bakın. Daha sonra sağ elinizin işaret parmağı ile göz kapağınızın üstüne biraz bastırın.Aynen gözünüze birşey kaçtığı zaman yaptığınız gibi. Bu sırada sabit olarak baktığınız o noktaya bakmaya devam ederseniz, baktığınız objenin sağa sola, yukarı aşağıya doğru hareket ettiğini görürsünüz. Eğer siz gerçekten dışarıda bulunan bir objeyle muhatap olmuş olsaydınız, gözünüzü kaşıdığınız zaman objenin sabit kalması gerekirdi. İşte bu dışarıda bulunan cisimlerin kendileriyle değil, beynimizdeki görüntüleriyle muhatap olduğumuzun net bir göstergesidir. Biz sadece dışarıdaki dünyanın bir kopyasını yaşarız ve bu kopyanın gerçek cisminden hiçbir zaman emin olamayız.

Gözlerimiz bir projeksiyon cihazı, projeksiyon cihazının görüntüyü yansıttığı yerde aynen bir sinema perdesi gibi olan beynimizin görme merkezidir. Biz karanlık beynimizin içinde renkli, ışıklı, parlak bir dünyayı görürüz.

Ancak işin ilginç yanı, kafatasımız dışarıdan hiçbir şekilde ne ses ne de ışık geçirir.Dış dünyada, yani beynimizin dışında ışık olarak tanımladığımız şey, elektromanyetik dalgalar ve fotonlardır (fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir). Bu elektromanyetik dalgalar veya fotonlar, retinayı uyardığında, bizim bildiğimiz "ışık" oluşur. Fizik kitaplarında ışığın bu özelliği şöyle ifade edilmektedir: Işık kelimesi fiziksel veya objektif bir manada, elektromanyetik dalgalarla veya fotonlarla ilgili olarak kullanıldı. Aynı kelime psikolojik bir manada elektromanyetik dalgalar ve fotonlar, göz retinasına çarptığı vakit insanda uyanan hisle ilgili olarak da kullanılmaktadır. Işık kelimesinin hem objektif hem de subjektif kavramlarını birlikte ifade edelim: Işık, bir insan gözüne, retinanın uyarımından doğan görme etkileriyle varlığını gösteren bir enerji şeklidir.

Sonuç olarak, ışık gözümüze gelen bazı elektromanyetik dalgaların veya parçacıkların bizde oluşturduğu etki ile meydana gelmektedir. Yani dışarıda, beynimizdeki görüntüyü oluşturacak bir ışık da yoktur. Sadece bir enerji vardır. Ve bu enerji, gözümüze ulaştığında biz rengarenk, ışıl ışıl, parlak, aydınlık bir dünya görürüz.

http://www.accessexcellence.org/AE/AEC/CC/vision_background.php

25 Şubat 2009 Çarşamba

Dejavu Nedir?

Fransızca kökenli olan Dejavu kelimesi "daha önce yaşanmış olan" anlamına gelmektedir. Dejavu yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamış veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusudur. Anı daha önce yaşamışlık hissidir. Örneğin İngiltere'ye gittiğinizi düşünün, orada bir katedrali ziyaret ediyorsunuz ve birden bire sanki daha önce orada bulunmuşsunuz gibi bir hisse kapıldınız. Ya da bir grup arkadaşınızla hem yemek yiyip, hem güncel konuları tartışırken aniden daha önce o anı daha önce de yaşadığınız hissine kapıldınız; aynı yemek, aynı konu, aynı arkadaşlar...

Bu fenomen gerçekten oldukça komplekstir ve dejavunun tam olarak ne olduğu ile ilgili birden fazla teori öne sürülmüştür. Bazı bilimadamları bu olguyu, beynin sağ lobu ile sol lobunun milisaniyeden daha kısa bir zaman farkı ile çalışmasından kaynaklandığını söylemektelerdir. Başka bir açıklama ise beynin, yorgunluk veya başka sebeplerden dolayı bir görüntü, ses, vb. herhangi bir girdiyi, giriş anı sırasında algılayamamasıdır. Beyin bu girdiyi algıladığında kişi bu olayı daha önce yaşadığı hissine kapılabilir. Ancak bütün bu teoriler kişinin yaşadığı bu deneyimi açıklamak için yeterli değildir.

Dejavu kaderle ilgili birçok filme de konu olmuştur. Kader yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan herşeyin tek bir anda yaratılmış, önceden belirlenmiş olmasıdır.
Kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları "tek bir an" içinde yaratmış olmasıdır.
Bu da, Allah katında evrenin yaratılış anından kıyamete kadar olan her olayın yaşanmış ve bitmiş olması demektir. İnsanların önemli bir bölümü, Allah'ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini, Allah katında geçmiş ve gelecek tüm olayların nasıl yaşanıp bittiğini ve kaderin gerçekliğini bir türlü kavrayamazlar. Oysa "yaşanmamış olaylar" bizim açımızdan yaşanmamış olaylardır.


http://www.howstuffworks.com/question657.htm

Madde nedir?

Boşlukta bir yer kaplayan (hacim), kütlesi ve eylemsizliği olan tanecikli yapıların tümüne madde denir. Oturduğumuz koltuklardan, yediğimiz yiyeceklere, dev yıldızlardan gezegenlere, kullandığımız basit aletlerden bilgisayarlara, tek hücreli canlılardan karmaşık yapılı canlılara, gözümüzle görebildiğimiz bütün nesnelerden, göremediğimiz atmosferdeki gazlara kadar her şey madde olarak tanımlanır.

Madde dediğimiz şeylerin tümü atomlardan oluşur. Atom, bir kimyasal elementin bütün özelliklerini taşıyan,
gözle görülmesi imkânsız, en küçük parçacığıdır (en azından 80 yıl öncesine kadar öyle sanılıyordu). Peki atom madde midir?

1911 yılında Ernest Rutherford atomların aslında yoğun yapılı, pozitif yüklü bir çekirdekten ve bu çekirdeği saran negatif yüklü bir (elektron) bulutundan oluştuğunu keşfetti. Rutherford çekirdeği oluşturan pozitif yüklü parçacığa da proton adını verdi. Aynı zamanda protonların elektronlardan 1836 kez daha ağır olduğunu keşfeden Rutherford'un atom modeli, atomun yapısını güneş sisteminin yapısına benzetir: ortada güneş yani artı yüklü çekirdek ve etrafında dolanan gezegenler eksi yüklü elektronlar. 1912 yılında Rutherford'un atom modelindeki eksikliklerin farkına varan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr, ortada arti yüklü bir çekirdek, fakat sadece belli yörüngelerde dolanabilen eksi yüklü elektronların bulunduğu bir atom modelini oluşturdu. Ancak Bohr modeli de 1932 yılında James Chadwick'in nötronu bulmasıyla şekil değiştirdi. Artık atom çekirdeğinin pozitif yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan oluştuğu bilinen bir gerçekti. Atom modeli de Bohr'u takip eden Kuantum mekaniği ile birlikte şekilde değiştirdi ve halen değiştirmeye devam ediyor.

Aslinda, atomlar her ne kadar maddenin yapıtaşları olarak tanımlansa da, gördüğümüz gibi onlarda daha küçük yapıtaşlarından oluşuyorlar. İ.Ö. 460 yılında yaşamış olan filozof Demokritus, maddenin yapıtaşını tanımlamak için şu örneği vermiş: bir elmayı ikiye bölün, sonra bir yarısını alıp tekrar ikiye bölün, bunu ta ki artık bölemeyeceğiniz kadar küçük bir parça elde edene kadar sürdürün. Demokritus bu parçaya bölünemez anlamına gelen "atomos" adını vermiş. Demokritus'un örneğinde olduğu gibi elmayı bir mikroskop altında büyüterek, parçaladığımızı düşünelim. Önce molekül adını verdiğimiz atom gruplarına ulaşırız. Sonra ortadaki çekirdek ve etrafındaki elektronlara, sonra çekirdeğin içindeki nötron ve protonlara ulaşırız. Proton ve nötronun içine baktığımızda da "kuark" adı verilen temel parçacıkları görebiliriz. Ancak daha ileri gitmemiz şu an için mümkün değil.

Ancak bu parçacıklar ya da atomun kendisini "madde" olarak tanımlayamayız çünkü birşeyin madde olabilmesi için onun katı, sıvı veya gaz hallerinden en az birinde olması gerekir. Bu hallerden birinde olabilmek içinse atomların arasında kimyasal bir bağ oluşturulması lazım, bunun içinde en az iki tane atom olması gerekiyor. Kısacası bir atom tek başına katı, sıvı ya da gaz halinde bulunamıyor yani dolayısıyla "madde" olamıyor.